SON EKLENENLER

EĞİTİM SEN: EĞİTİM HARCAMALARI YİNE VELİLERİN SIRTINA YIKILDI

Eğitim Sen, 2025 yılına ilişkin eğitim alanı değerlendirme raporunu açıkladı. Raporda, eğitimin kamusal bir hak olmaktan çıkarıldığı, laik ve bilimsel eğitim anlayışının ağır biçimde tahrip edildiği, çocukların ve eğitim emekçilerinin çok yönlü hak ihlalleriyle karşı karşıya kaldığı vurgulandı.
30 Aralık 2025 16:31

Eğitim Sen tarafından hazırlanan raporda şu ifadelere yer verildi:

Türkiye’de eğitim sistemine yönelik yapısal sorunlar ve bu sorunlara yönelik çözümsüzlük politikaları 2025 yılında da ısrarla sürdürüldü. 2025 yılı, eğitim alanının iktidarın siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda “piyasacı” ve “dini eğitim” merkezli uygulamalarla kuşatıldığı bir yıl oldu. Eğitim Sen olarak, eğitimin kamusal bir hak olmaktan çıkarılıp ticarileşmesine ve dinselleşmesine karşı yürüttüğümüz mücadele, 2025 yılının temel eksenini oluşturdu.

2025 yılı, eğitim alanına yönelik olarak hayata geçirilen çok yönlü saldırı ve tehditler özellikle laik bilimsel eğitim anlayışına açıkça meydan okunduğu bir yıl oldu. 2024 yılında eğitimin niteliğinde yaşanan gerileme devam ederken, eğitimde ticarileşme ve eğitimi dinselleştirme uygulamaları belirgin şekilde arttı. Özellikle Diyanet İşler Başkanlığı ve dini tarikat ve cemaatlerin kurduğu dernekler Millî Eğitim Bakanlığı ile imzaladığı protokoller üzerinden okullarda laik eğitim karşıtı faaliyetleri yaygınlaştırdılar.

Sınav odaklı eğitim, okulların fiziki altyapı ve donanım eksikliklerinin sürmesi, kalabalık sınıflar sorunu, ikili öğretim, taşımalı eğitim, çocuk ve gençlerin dini cemaat ve vakıfların kreşlerine ve yurtlarına yönlendirilmesi, çocuklara yönelik taciz ve istismar vakalarının artması, mülakata dayalı sözleşmeli öğretmenlik ve ücretli öğretmenlik uygulamasının sürmesi, ataması yapılmayan öğretmenler sorunu vb. gibi çok sayıda sorun eğitim sisteminin belli başlı sorunları olarak 2025 yılına damgasını vurdu.

Türkiye’de eğitim sisteminin müfredat, ders kitapları ve uygulama alanları itibarıyla çocukların, etnik köken, dil, din ve inanç ayrımcılığı ile karşı karşıya olduğu biliniyor. Ülkedeki etnik, dilsel, kültürel çeşitlilik ve inanç çeşitliliği, eğitim programlarında ve ders kitaplarında neredeyse hiç yansıtılmadı. 2025 yılında özellikle eğitime erişimde, kız çocukları, mülteci çocuklar, anadili farklı olan çocuklar, engelli çocuklar ve geçici koruma altındaki çocukların dezavantajlarını ortadan kaldıracak adımlar bu yöndeki taleplere rağmen ısrarla atılmadı.

Türkiye’nin eğitim sisteminde geçmişten günümüze etkisini hissettiren ırkçı, şoven, milliyetçi ve cins ayrımcı söylemler, “manevi değerler” adı altında eğitimin bütün kademelerinde dini eğitimin yaygınlaştırılması gibi uygulamalar egemen ideolojinin yoğun baskısı ve denetimi altında hayata geçirildi.

Eğitim sisteminde ve toplumsal yaşamda var olan farklı inançları, kimlikleri ve mezhepleri yok sayan ırkçı, gerici ve dinci anlayış; bu kesimleri ve onların meşru taleplerini görmezden gelmeyi sürdürmektedir. Türkiye’nin kamusal, laik, bilimsel eğitim konusunda olduğu gibi, anadilinde eğitim konusundaki olumsuz sicilinde olumlu anlamda en küçük bir ilerleme yaşanmadı. 2025 yılında siyasi iktidar ve MEB eğitimde somut ve çözüme dayalı politikalar geliştirmek yerine, eğitimde yaşanan kaosu derinleştirecek adımlar atmayı tercih etti.

ÇOCUKLARA VE HAKLARINA YÖNELİK TEHDİTLER ARTTI

Türkiye’de çocuklar; 2025 yılında da sağlık, eğitim, güvenlik ve sosyal koruma alanlarında ciddi ihlallerle karşı karşıya kaldı. Çocuk yaşta evlilikler, cinsel istismar, çocuk işçiliği ve tutuklamalar devam etti. Ekonomik kriz, yoksulluk ve sosyal politikaların yetersizliği, en ağır bedeli çocuklara ödetti. Türkiye’de yaklaşık 2,3 milyon çocuk işçi bulunurken bu yıl 91 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. İSİG verilerine göre, son 12 yılda iş cinayetlerinde hayatını kaybeden çocuk sayısı en az 770 oldu.

2025 yılında milyonlarca kız çocuğu hâlâ eğitimden, sağlıktan, güvenli yaşamdan ve özgürlükten mahrum bırakıldı. Yoksulluk, cinsiyetçilik, dinselleştirme ve otoriter politikalar; kız çocuklarının yaşamlarını doğrudan belirledi. Eğitim, sağlık, katılım ve adalet alanlarında yaşanan her ihlal, bir kuşağın geleceğinin gasp edilmesi anlamına geldi.

2025 yılı itibariyle 611 bin 612 çocuk örgün eğitim dışında ve bunun yaklaşık yarısı kız çocuğu.  Net okullaşma oranı 5 yaşta yüzde 84,3; ilkokulda yüzde 95; ortaokulda yüzde 91,5; ortaöğretimde yüzde 88’dir. Bu oranların ardındaki sınıfsal ve bölgesel eşitsizlik çok daha derin. Kırsal bölgelerde, yoksul hanelerde ve göçmen topluluklarda yaşayan kız çocukları eğitimden dışlanıyor. 2025 yılında geçici koruma altındaki kız çocuklarının sadece yüzde 48,86’sı okula gidebildi. 

ÖĞRENCİLERİN BESLENME VE BARINMA SORUNLARI DERİNLEŞTİ

2025 yılı, ekonomik sorunların ve halkın yaşadığı geçim krizinin eğitim üzerindeki yıkıcı etkilerinin en somut görüldüğü yıl oldu. Eğitim Sen’in yıl boyunca meydanlarda dile getirdiği “Okullarda bir öğün ücretsiz yemek ve temiz su” talebi, MEB tarafından yine görmezden gelindi. Derinleşen yoksulluk nedeniyle binlerce öğrenci okula aç gitmek zorunda kalırken, yetersiz beslenme kaynaklı sağlık sorunları ve öğrenme güçlükleri sık sık kamuoyu gündemine geldi.

Barınma krizi ise üniversite öğrencilerinden sonra ortaöğretim düzeyine kadar indi. KYK yurtlarının yetersizliği ve fahiş kira artışları, öğrencileri tarikat ve cemaat yurtlarına mahkûm etme politikasının bir parçası olarak sürdürüldü.

OKULLARDA TEMİZLİK, HİJYEN VE DESTEK PERSONELİ YETERSİZLİĞİ 

2025 yılı boyunca okullarda temizlik ve hijyen sorunları sürekli gündem oldu. Türkiye genelinde 60 bini aşkın devlet okulunda 49?bin 578 kadrolu temizlik personeli görev yaparken, diğer okullar dışarıdan hizmet satın alarak ya da İŞKUR personeli görevlendirilerek okul temizliği sorununu çözmeye çalıştı.

2025 yılında Toplum Yararına Çalışma Programı (TYP) kapsamında 70?bin temizlik (ve güvenlik) personeli alımı yapıldı. Eğitim kurumlarında ihtiyaç kadar personel görevlendirilmemesi nedeniyle pek çok okulda ciddi temizlik sorunları yaşandı. Bazı okullarda tek bir temizlik görevlisi dahi bulunmazken, sınıflar öğretmenler ve öğrenciler tarafından temizlendi. Okulların temizlik işlerinin velilerin sırtına yüklenmesi veya öğretmenler ile öğrencilere yaptırılmaya çalışılması, kamusal eğitimin iflasının bir başka göstergesi oldu.

EĞİTİM HARCAMALARI YİNE VELİLERİN SIRTINA YIKILDI

Anayasa’ya göre parasız olması gereken temel eğitim, 2025 yılında tarihin en maliyetli dönemini yaşadı. Okul kayıtlarından “bağış” adı altında alınan ücretler, kırtasiye malzemelerindeki fahiş artışlar, servis ücretleri ve yemek masrafları eğitim maliyetlerini karşılanamaz düzeye getirdi.

MEB bütçesinin büyük kısmını zorunlu harcamalara ayırması ve eğitim yatırımlarına ayrılan payın sürekli azaltılması nedeniyle okulların temel ihtiyaçlarının sık sık velilerden toplanan paralarla karşılanmasına neden oldu.

OKULDA ŞİDDET, TACİZ VE İSTİSMAR VAKALARI 

2025 yılı, okulların sadece fiziksel olarak değil, sosyal ve psikolojik olarak da güvensiz hale geldiği bir yıl oldu. Okullarda artan şiddet olayları, sadece polisiye tedbirlerle çözülmeye çalışılırken, sorunun temelindeki sosyoekonomik nedenler ve liyakatsiz yönetim anlayışı olduğu yeterince tartışılmadı.

Çocuklara yönelik taciz ve istismar vakalarının cemaat bağlantılı yapılarda ve okul çevrelerinde artış göstermesi karşısında etkili bir koruma mekanizması işletilmemiştir. ÇEDES ve benzeri projelerle pedagojik formasyonu olmayan kişilerin okullara sokulması bu riski daha da artırdı. Çocukların korunması için bilimsel rehberlik hizmetleri ve uzman kadroların artırılması talepleri karşılıksız bulmadı. 2025, çocuk haklarının kâğıt üzerinde kaldığı, okulların güvenli liman olma özelliğini yitirdiği bir yıl olarak hafızalara kazındı.

“TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ” UYGULAMALARI EĞİTİMDE TAHRİBAT YARATTI 

2024-2025 eğitim öğretim yılı itibarıyla kademeli olarak hayata geçirilen “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”, eğitimin bilimsel ve laik temellerine yönelik en kapsamlı saldırı aracı oldu. Maarif modeli bilimi, sanatı ve felsefeyi dışlayan, evrensel değerler yerine dini referansları ve “inanç temelli eğitimi” merkeze alan ideolojik bir inşa olarak karşımıza çıktı. Müfredatın “sadeleşme” adı altında içeriğinin boşaltılması, öğrencilerin bilişsel gelişimini engellemiş ve eğitim sistemini iktidarın siyasal projelerinin uygulama sahasına çevirdi.

Maarif modeli iktidarın “tek din, tek mezhep” anlayışını kurumsallaştırırken; düşünen, eleştiren ve sorgulayan bireyler yerine biat eden nesiller yetiştirmeyi amaçladığını somut olarak gösterdi.

OKULLARDA DİNSELLEŞME VE ÇEDES UYGULAMALARI 

“Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) projesi, 2025 yılında okulların içine kadar giren dini yapılanmaların ana damarı oldu. Manevi danışman adı altında pedagojik formasyonu olmayan din görevlilerinin rehberlik hizmetlerini üstlenmesi, okullardaki eğitim ortamını tamamen ortadan kaldırmıştır.

ÇEDES ve benzeri projelerle “manevi danışman” sıfatıyla pedagojik formasyonu olmayan kişilerin okullara girmesi, laik eğitim ilkesini ağır biçimde zedeledi. Eğitim Sen, bu projelerin çocukların psikolojik güvenliğini tehdit ettiğini ve tarikat/cemaatlerle imzalanan protokollerin derhal iptal edilmesi gerektiğini her platformda savunmaya devam etti. Ülkenin dört bir yanında yaşanan ÇEDES uygulamalarına karşı açıklamalar, eylem ve etkinlikler düzenledi. 

ÇOCUK İŞÇİLİĞİNİN MEŞRULAŞTIRILMASI VE MESEM UYGULAMALARI 

2025 yılı, Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) üzerinden çocuk emeği sömürüsünün “beceri eğitimi” adı altında kurumsallaştığı bir yıl oldu. Devlet eliyle sermayeye ucuz iş gücü sağlayan bu sistem, çocuk işçiliğini yasal bir kılıfa büründürüldü. Öğrencilerin “çırak” adı altında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması sonucu yaşanan iş kazaları ve çocuk ölümleri, eğitim sisteminin çocukların yaşam hakkını dahi koruyamadığını bir kez daha gösterdi. MESEM kapsamında çalıştırılan sık sık çocukların iş cinayetlerine kurban gitmesi ve ağır çalışma koşullarında fiziksel/psikolojik şiddete maruz kalması devam etti.

Çocukların okulda olması gereken yaşta fabrikalara sürülmesine karşı çıkarak çocuk işçi merkezleri haline getirilen MESEM uygulamasına son verilmesini ve nitelikli bir mesleki eğitim programı oluşturulması talepleri 2025 yılında sık sık gündem oldu.

TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ MÜCADELESİ 

2025 yılında MEB, toplumsal cinsiyet eşitliğini bir hedef olmaktan çıkarıp, bu kavramı müfredattan ve okul uygulamalarından tamamen tasfiye etmeye çalıştı. Bu alandaki bilimsel çalışmalar “zararlı akımlar” kategorisine sokularak, eğitim politikalarında toplumsal eşitlik idealinden tamamen uzaklaşıldı. Kadın-erkek eşitliğini “fıtrat” ve “ailevi değerler” adı altında ikincilleştiren politikalar, kız çocuklarının eğitim hakkını ve geleceğini tehdit eder hale geldi.

Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) sendikamızın toplumsal cinsiyet eşitliği dersi kararını hedef alan suçlayıcı açıklamalarına karşı eşitlik mücadelesinin bilimsel ve pedagojik bir gereklilik olduğu, cinsiyetçi kalıpların çocukların gelişimine zarar verdiği gerçeği sık sık gündeme geldi. Cinsiyetçi eğitim anlayışının kadına yönelik şiddeti körüklediği ve “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” ilkesinin eğitimden başlayarak savunulması gerektiğini sürekli vurgulandı.

GÜVENLİ OKUL VE DEPREM GERÇEĞİ 

6 Şubat 2023’te K. Maraş merkezli olarak yaşanan ve yıkıcı sonuçları olan iki büyük depremin ardından, 23 Nisan’da İstanbul’da yaşanan 6,2 büyüklüğündeki deprem, sonrasında İzmir ve Balıkesir’de sık sık yaşanan depremler ve artçı şoklar, okul binalarının dayanıksızlığını tekrar gündeme getirdi.

Siyasi iktidar, bugüne kadar deprem riskine karşı somut adımlar atmak bir yana, doğal afetin büyük bir felakete dönüşmesine neden olacak politika ve uygulamalarına devam etti. Son olarak Bolu Kartalkaya’da yaşanan yangın felaketinde görüldüğü gibi, felaketlerin sorumlularını korumak için bütün koruma kalkanları devreye sokuldu.

Zamanında gerekli önlemler alınmaması, atılması gereken adımların atılmaması nedeniyle yaşanan deprem ve yangın gibi felaketler sonrasında öğrencilerin ve eğitim emekçilerinin can güvenliği sorunu gündeme geldi. Eğitim kurumları, sadece eğitim-öğretimin sürdürüldüğü yerler değil, aynı zamanda çocukların ve eğitim emekçilerinin günlerinin büyük bir kısmını geçirdiği alanlar olması nedeniyle bu alanların deprem ve yangın gibi felaketlere ne kadar hazır olduğu, dolayısıyla can güvenliği açısından ne kadar güvenilir olduğu tartışması geçtiğimiz yıl içinde sık sık yapıldı.

MEB ve YÖK’ün okul ve üniversite binalarının deprem dayanıklılık raporlarının şeffaf bir şekilde paylaşılması ve Kanal İstanbul gibi rant projeleri yerine kaynakların güvenli okullar için harcanmasını talepleri sürekli olarak gündeme getirildi.

KAMUSAL, BİLİMSEL, DEMOKRATİK, LAİK, CİNSİYET EŞİTLİKÇİ VE ANADİLİNDE EĞİTİM TALEPLERİ YİNE KARŞILIKSIZ KALDI 

2025 yılı, eğitimde en temel evrensel hakların görmezden gelindiği ve kamusal eğitim taleplerinin bizzat siyasi iktidar eliyle bastırıldığı bir yıl oldu. Eğitim Sen’in yıllardır savunduğu “kamusal, bilimsel, demokratik, laik, cinsiyet eşitlikçi ve anadilinde eğitim” ilkeleri, 2025 yılında hayata geçirilen müfredat değişiklikleri ve idari düzenlemelerle açıkça hedef alındı.

Kamusal eğitime ayrılması gereken bütçenin dini vakıf ve cemaatlere, özel okul sahiplerine aktarılması; eğitimin sınıfsal bir uçuruma dönüşmesine neden oldu. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adı altında dayatılan yeni programlar, bilimi ve evrensel değerleri dışlayarak dogmatik bir eğitim yapısını kurumsallaştırırken, öğretmenlerin mesleki özerkliğini ve öğrencilerin eleştirel düşünme ve sorgulama alanlarını büyük ölçüde daralttı.

PROJE OKULLARINDAKİ TASFİYE VE NORM KADRO SORUNU 

2025 yılında proje okulları, liyakatin tamamen terk edildiği ve siyasi kadrolaşmanın merkezi haline getirildiği birer “tasfiye operasyonu” sahasına dönüştü. Çok sayıda öğretmen ikamet adresinin uçak uzağına yer alan okullara adeta sürgün edildi. Kıdemli ve deneyimli öğretmenler “norm kadro fazlası” ilan edilerek okul dışına itilirken, yerlerine herhangi bir nesnel kriter gözetilmeksizin siyasi referanslı atamalar yapıldı. Yaşanan hukuksuzluk mahkeme kararları ile de tescillendi. Başarılı okulların kurumsal hafızasını yok eden öğretmen rotasyonları ve keyfi atamalar, bu okulların niteliğini ciddi şekilde aşındırdı.

Norm kadro belirleme süreçlerindeki şeffaf olmayan uygulamalar, 2025 yılında binlerce öğretmenin görev yerinin rızası dışında değiştirilmesine neden oldu. Okulların ihtiyacı olan kadrolar boş tutulurken, mevcut kadroların “proje” kılıfı altında yandaş sendika üyeleriyle doldurulması, eğitimde çalışma barışını kökünden sarstı. Bu durum, sadece öğretmenlerin özlük haklarını değil, aynı zamanda öğrencilerin eğitim sürekliliğini ve okul iklimini de ağır bir tahribata uğrattı. 

EĞİTİM EMEKÇİLERİNİN EKONOMİK SORUNLARI 

2025 yılı, eğitim emekçilerinin alım gücünün en dip noktayı gördüğü yıl oldu. Yoksulluk sınırının çok altında kalan maaşlar, artan kira maliyetleri ve hayat pahalılığı karşısında öğretmenler barınma ve beslenme gibi en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz hale geldi.

Son yıllarda olduğu gibi 2025’te de öğretmenlerin toplumdaki saygınlığı ve mesleki itibarları ciddi biçimde erozyona uğradı. Ekonomik koşullar refah seviyesini düşürürken; maaş artışları artan yaşam maliyetlerini (barınma, gıda, ulaşım vb.) karşılamaktan uzak kaldı. Türkiye’de görev yapan eğitim ve bilim emekçileri, OECD ülkeleri arasında ekonomik, sosyal ve özlük haklar açısından son sıralarda yer almayı sürdürdü. Türkiye’de göreve yeni başlayan bir öğretmen on yıl önce maaşıyla 14 çeyrek altın alabiliyorken, 2025’te maaşıyla 5 çeyrek altın bile alamaz hale geldi.

ÖĞRETMENLİK MESLEĞİNİN DEĞERSİZLEŞMESİ VE KARİYER BASAMAKLARI

Öğretmenlik Mesleği Kanunu (ÖMK) üzerinden dayatılan kariyer basamakları uygulaması, 2025 yılında öğretmenler arasındaki ayrışmayı ve hiyerarşiyi derinleştirdi. “Eşit işe eşit ücret” ilkesi fiilen ortadan kaldırılırken; öğretmenler uzman, başöğretmen ve aday öğretmen gibi kategorilere ayrılarak mesleki dayanışma parçalandı. Kariyer basamakları uygulaması öğretmenler arasında eşitsizlik ve ayrışma yarattı. Deneyim ve birikim göz ardı edilerek, öğretmenlerin mesleki gelişimleri ve hakları sınav sonuçlarına indirgendi.

2025 itibariyle MEB bünyesinde 1 milyon 34 bin öğretmen görev yaparken halen görev yapan Başöğretmen sayısı 249 bin 198, Uzman Öğretmen sayısı 66 bin 658. 2025 itibariyle toplamda kariyer basamaklarının ekonomik avantajlarından yararlanabilen öğretmen sayısı ise sadece 315 bin 856. Halen görev yapmakta olan öğretmenlerin üçte ikisi kariyer basamaklarının eğitim kurumlarında yarattığı ekonomik eşitsizlikler nedeniyle daha düşük maaş alarak mağdur edildi. Kariyer basamakları çok sayıda öğretmen arasında mesleki değersizleştirme anlamına geldi. 

EĞİTİM DESTEK PERSONELİNİN SORUNLARINA ÇÖZÜM ÜRETİLMEDİ 

2025 yılında yıllardır süregelen sorunlarına çözüm üretilmeyen bir kesim de eğitim destek personeli oldu. Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde görev yapan Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) çalışanları, uzun yıllardır eğitim kurumlarının asli ve vazgeçilmez emekçileri olarak görev yapıyorlar. Eğitim kurumlarının düzeni, işleyişi ve güvenliği bu emekçilerin özverili çalışmaları sayesinde sağlanıyor. 2025 yılında eğitim destek personelinin, memur ve şeflerin özlük haklarında gereken düzenlemeler yapılmadığı için ciddi adaletsizlikler yaşandı.

Bugün YHS kadrosunda çalışan emekçilerin önemli bir bölümü; evrak takibi, öğrenci işleri, yazışmaların yürütülmesi, arşivleme, büro hizmetleri ve idari destek gibi doğrudan Genel İdari Hizmetler Sınıfı’nın (GİH) görev tanımına giren işleri yerine getiriyorlar. Buna rağmen hâlâ “yardımcı hizmetler” adı altında sınıflandırıldıklarından, görev ve sorumluluklarıyla uyumlu özlük haklarından mahrum bırakılıyorlar. Bu durum hem eşitlik ilkesine hem de işin niteliğine uygun sınıflandırma anlayışına açıkça aykırı.

YHS’de çalışan emekçilerin, fiilen GİH kapsamında görev yürüttükleri halde bu haktan mahrum bırakılmaları, uzun yıllardır süren bir mağduriyet yaratmaktadır. Bu mağduriyetin 2025 yılında sürmesi, sadece ekonomik değil; aynı zamanda çalışanların saygınlığı, motivasyonu ve kurumsal aidiyeti açısından da olumsuz sonuçlar doğurdu.

Eğitim kurumlarının etkin ve verimli işlemesi, sadece öğretmenlerin değil, tüm eğitim emekçilerinin hak ettiği koşullarda çalışmasına bağlıdır. YHS emekçilerinin GİH’e geçirilmesi yönünde atılacak somut bir adım; çalışanların motivasyonunu artıracak, kurumlarda işleyişin daha düzenli ve verimli olmasını sağlayacak ve yıllardır devam eden adaletsizliğin giderilmesine katkı sunacaktır. 

“TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ” ANGARYAYI ARTTIRDI

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, öğretmenlerin üzerindeki idari ve bürokratik yük önemli ölçüde arttı. Öğretmenler, ders planlama, öğrenci gelişimini takip etme ve nitelikli değerlendirme gibi temel pedagojik süreçler için gerekli olan zamanı bulamamaktan şikâyet etmeye başladı.

Merkezi sınavlarda görev alma, kapsamlı evrak işleri ve sayısız rapor hazırlama gibi angarya işler, pek çok branşta öğretmenlerin asli görevleri olan ders uygulamasını dahi ikinci plana itti. Öte yandan, okullarda yetersiz destek personeli (memur ve hizmetli) bulunması, öğretmenleri okulun fiziki düzeni ve idari işleyişi gibi doğrudan eğitimle ilgili olmayan görevlere katkıda bulunmaya zorlamaktadır. Eğitim dışı projelere katılım, tören ve sergi hazırlıkları gibi zorunluluklar da eklenince, artan iş yükü öğretmenlerin mesleki gelişimlerini olumsuz etkilemekte ve tükenmişlik sendromu yaşanmasına neden oldu. 

ÖĞRETMEN AÇIKLARI VE ATAMASI YAPILMAYAN ÖĞRETMENLER 

Türkiye’nin kanayan yarası olan “ataması yapılmayan öğretmenler” sorunu, 2025 yılında uygulanan tasarruf tedbirleri ve mülakat dayatmasıyla daha da kronikleşti. Yüz binlerce genç öğretmen atanmayı beklerken, MEB’in 2025 yılındaki yetersiz atama sayıları eğitim sistemindeki devasa öğretmen açığını kapatmaktan uzak kaldı. Okullarda yüz bine yakın öğretmen açığı bulunmasına rağmen, bu açık asgari ücretin altında çalıştırılan “ücretli öğretmenlik” gibi güvencesiz ve emek sömürüsüne dayalı yöntemlerle geçiştirilmeye çalışıldı.

Mülakat sisteminin bir torpil mekanizması olarak kullanılması öğretmen adaylarının emeğinin çalınması olarak sık sık ifade edildi. Ataması yapılmayan öğretmenlerin yaşadığı derin umutsuzluk, ekonomik sıkıntılar ve artan intihar vakaları, eğitim sisteminin insani boyutunu yitirdiğinin en somut kanıtı oldu. 2025 yılı, eğitim emekçilerinin güvenceli istihdam talebinin görmezden gelindiği, genç meslektaşlarımızın ise işsizlik ve güvencesizlik kıskacına mahkûm edildiği bir yıl olarak tarihe geçti.

MİLLİ EĞİTİM AKADEMİLERİ İLE ÖĞRETMEN YETİŞTİRME VE ATAMA SİSTEMİ DEĞİŞTİRİLDİ 

1 Ocak 2025 tarihinde yürürlüğe giren Milli Eğitim Akademisi, Türkiye’de öğretmen yetiştirme ve istihdam sürecini kökten değiştirerek merkeziyetçi bir yapıya dönüştürdü. Resmi makamlarca öğretmen adaylarının mesleki yeterliliklerini artırma amacıyla kurulduğu iddia edilen bu yapı, gerçekte eğitim fakültelerini işlevsizleştirirken ve öğretmenlik mesleğini evrensel akademik ilkelerden kopararak “devlet memuru” kalıbına sıkıştırdı.

13 Temmuz 2025’te ilki gerçekleştirilen Akademi Giriş Sınavı (AGS) ile başlayan bu yeni süreç, öğretmen adaylarını eğitim fakültesi mezuniyetinin ardından 14 aya varan ek bir hazırlık sürecine sokarken, pedagojik formasyonu üniversitelerin elinden alarak siyasi iktidarın denetimindeki bir yapıya devretti.

Milli Eğitim Akademisi uygulaması, sadece öğretmenliğe giriş koşullarını zorlaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda güvencesiz istihdamı ve ideolojik kadrolaşma riskini de beraberinde getirdi.  Akademiye kabul edilen sınırlı sayıdaki adaya sağlanan düşük ücretli ve sosyal haklardan yoksun statü, öğretmen emeğinin değersizleşmesine neden olurken; ataması yapılmayan yüz binlerce öğretmenin sistem dışına itilmesine yol açtı.

2025’TE YÜKSEKÖĞRETİM ALANINDA NELER OLDU? 

Türkiye’de yükseköğretim sistemi, 2025 yılı itibarıyla akademik özgürlüklerin yok sayıldığı, idari ve mali özerkliğin tamamen tasfiye edildiği tarihsel bir krizin eşiğine getirilmiştir. Üniversiteler, bilimsel bilgi üretim merkezleri olmaktan çıkarılarak, siyasi iktidarın ideolojik hedeflerine hizmet eden ve piyasa dinamiklerine göre şekillenen birer “şirket-kampüs” modeline hapsedilmiştir.

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) eliyle yürütülen merkeziyetçi politikalar, üniversite bileşenlerinin iradesini gasp eden kayyım rektör atamalarıyla birleşerek, üniversite iklimini demokratik tartışma zemininden koparmış ve otoriter bir yönetim anlayışını kurumsallaştırmıştır.

Geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, 2025 yılında da yükseköğretim alanı, kamusal bir hak olmaktan çıkarılıp ticarileştirilerek sınıfsal ayrımcılığın en derin yaşandığı alanlardan biri haline gelmiştir. Kamu üniversitelerine ayrılan bütçenin bilimsel araştırmalar yerine sadece zorunlu harcamalara ve dini projelere kanalize edilmesi, yükseköğretimi “parası olanın” erişebildiği bir lüks haline getirmiştir. Özellikle vakıf üniversitelerinde birer ticari işletme mantığıyla sürdürülen eğitim süreçleri hem öğrencileri müşteri pozisyonuna itmiş hem de akademik emeği güvencesizleştirerek üniversitelerin bilimsel saygınlığını ciddi anlamda aşındırmıştır.

Üniversitelerdeki dinselleştirme kuşatması, temel eğitimdeki müfredat operasyonlarının bir uzantısı olarak yükseköğretim kürsülerine kadar uzanmıştır. Bilimin evrensel kriterleri yerine dini referansların akademik çalışmaların merkezine yerleştirilmeye çalışılması, yaradılış teorisi gibi bilim dışı söylemlerin sempozyumlar aracılığıyla meşrulaştırılması, laik ve bilimsel eğitim anlayışına vurulan en ağır darbelerden birisi olmuştur. Akademik özgürlüğün yerini itaat kültürünün aldığı bu yeni yapıda, eleştirel düşünce sistematik olarak baskı altına alınmış muhalif akademisyenler mobbing, soruşturma, sürgün ve görevden alma mekanizmalarıyla susturulmaya çalışılmıştır.

Öğrencilerin beslenme, barınma, ulaşım, eğitim gibi en temel ihtiyaçlarının karşılanmadığı, idari, teknik ve yardımcı personelin başta tayin hakkı olmak üzere özlük haklarının yok sayıldığı, emeğin değersizleştirildiği, akademik özerkliğin, özgür bilimin olmadığı bir ortamda gerçek anlamda bir yükseköğretimden söz etmek mümkün değildir.

ÖĞRENCİLERİN YAŞAM MÜCADELESİ: BARINMA VE BESLENME KRİZİ

2025 yılında üniversite öğrencileri için eğitim, akademik bir süreçten ziyade bir “hayatta kalma mücadelesi” haline gelmiştir. KYK yurtlarının yetersizliği, özel yurt fiyatlarının ve ev kiraların yüksekliği nedeniyle on binlerce öğrenci barınma kriziyle karşı karşıya kaldı. Yetersiz beslenme sorunu okul kantinlerindeki fahiş fiyatlar ve ücretsiz yemek hakkının tanınmamasıyla derinleşmiş; bu ekonomik yük çok sayıda öğrencinin kayıt dondurmasına veya eğitim hayatını yarıda bırakmasına neden oldu.

ÜNİVERSİTELERDE DİNSELLEŞME VE YAŞAM TARZINA YÖNELİK MÜDAHALELER

Yükseköğretim kurumları, 2025 yılında da bilimin ve laikliğin kalesi olmaktan uzaklaştırılmaya çalışıldı. YÖK ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanan protokoller çerçevesinde, kampüslerde bilimsel kriterlerle bağdaşmayan dini temelli etkinlikler ve “manevi danışmanlık” adı altındaki uygulamalar yaygınlaştı. Üniversitelerdeki sosyal etkinliklerin kısıtlanması ve yaşam tarzına yönelik dolaylı müdahaleler, gençlerin özgür akademik ortamını ve sosyal yaşamını daraltan sistematik bir politikaya dönüştürüldü.

LİSANS EĞİTİMİ SÜRESİNİN KISALTILMASI VE YAPISAL DÖNÜŞÜM TEHLİKESİ

YÖK tarafından gündeme getirilen lisans eğitim süresinin 4 yıldan 3 yıla düşürülmesine yönelik tartışmalar, 2025 yılının en çok konuşulan yapısal değişiklik başlıklarından biri oldu. Sendikamız bu modelin akademik niteliği derinlemesine sarsacağını, öğrencilerin kültürel ve sosyal gelişim alanlarını yok ederek onları sadece piyasanın ihtiyaç duyduğu “hızlı ve ucuz iş gücü” haline getireceğini savundu. Ayrıca, hukuk fakülteleri gibi kritik bölümlerde başarı barajının esnetilmesi, nitelikli eğitim hakkına vurulan bir darbe olarak kayıtlara geçti.

YÜKSEKÖĞRETİMDE ÇÜRÜME: YOLSUZLUK, MOBBİNG VE HUKUKSUZLUK KISKACI

2025 yılı, üniversitelerin bilimsel üretim merkezleri olmaktan hızla uzaklaştığı; ihale yolsuzlukları, taciz iddiaları ve sistematik mobbing uygulamalarının akademik hayatı felç ettiği bir yıl olarak dikkat çekti.

Siyasi iktidarın sadakat testinden geçerek göreve getirilen rektörlerin yönetimindeki üniversiteler, liyakatin tamamen dışlandığı, keyfiyetin ise kural haline geldiği kurumlara dönüştü.  YÖK’e yapılan çok sayıda yolsuzluk ve usulsüzlük şikâyeti, “cezasızlık politikası” gereği sonuçsuz bırakılırken; bu durum hukuksuz uygulamaların faillerini daha da cesaretlendirdi.

2025 yılında basına yansıyan adrese teslim akademik kadro ilanları ve akraba kayırmacılığı (nepotizm) örnekleri, üniversitelerin kamusal niteliğinin nasıl aşındırıldığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.

KAYYIM REKTÖRLER VE AKADEMİK ÖZERKLİĞE YÖNELİK AĞIR KUŞATMA

Üniversitelerin demokratik ve özerk yapısı, 2025 yılında da rektör atama sistemindeki antidemokratik yöntemlerle baskı altına alınmaya devam etti. “Kayyım rektör” uygulamaları, üniversite bileşenlerinin iradesini yok sayarak akademik kurulları işlevsizleştirdi. Özellikle Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ gibi kurumlarda simgeleşen direnişlere yönelik disiplin soruşturmaları ve baskılar arttı. Demokratik haklarını kullanan Eğitim Sen üyesi akademisyenlere yönelik idari sürgün ve mobbing uygulamaları, 13-b/4 maddesi üzerinden birer cezalandırma aracına dönüştürüldü.

19 MART OPERASYONU SONRASINDA ÜNİVERSİTELERDE BASKI VE SORUŞTURMALAR ARTTI 

İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu’nun Ekrem İmamoğlu ve beraberindeki 28 kişinin diplomasını iptal etmesiyle başlayan süreç, Türkiye’de kurumların özerkliğini yitirerek siyasal müdahale araçlarına dönüştüğünün bir kanıtı oldu. Üniversitelerin ve yargının siyasallaştığı koşullarda rakibi hukuk eliyle saf dışı bırakma çabası toplumda ve üniversitelerde geniş bir yankı uyandırdı.

Bu baskı iklimine karşı, 23 yıllık iktidarın getirdiği ekonomik ve sosyal krizlerin merkezinde yaşayan üniversite gençliği öncülüğünde büyük bir direniş dalgası başladı. 19 Mart’ta Beyazıt Kampüsü’ndeki barikatları yıkan öğrenciler; barınma ve beslenme sorunları, niteliksiz eğitim, kayyım rektör baskıları ve geleceksizlik kaygılarına karşı demokratik geleceklerini savunmak üzere sokağa çıktı. Gençliğin ateşlediği bu mücadele kıvılcımı kısa sürede halkın geniş kesimlerine yayılarak, rejimin “itaat eksenli” toplum kurgusuna karşı kolektif bir adalet talebine dönüştü.

Sendikamız bu süreçte sadece bir dayanışma çağrısı yapmakla kalmayıp, üniversitelerin bilim ve özgür düşünce alanları olarak kalabilmesi için iş bırakma eylemiyle mücadelenin öznesi oldu. İktidarın bu demokratik tutumu Eğitim Sen MYK üyelerine yönelik dava ve ev hapsi cezalarıyla baskılama girişimi, muhalefeti bütünüyle tasfiye etme stratejisinin bir parçası olarak ortaya çıktı. Ancak tüm soruşturma ve engellemelere rağmen, Eğitim Sen’in “İnsan, Toplum, Doğa Yararına Üniversite” ilkesini savunan sendikal halkın eşit yurttaşlık ve demokrasi talebiyle birleşerek güçlenmeye devam etmektedir. 

YÜKSEKÖĞRETİMİ DİNSELLEŞTİRME KUŞATMASI

Temel eğitimdeki “Maarif Modeli” kuşatmasına paralel olarak, yükseköğretim alanı da 2025 yılında yoğun bir dinselleştirme operasyonuna maruz bırakıldı. Üniversite kampüsleri; evrim teorisini reddeden, bilim dışı “yaradılış” teorilerini akademik kılıf altında öven sempozyumlara ev sahipliği yaptı.

YÖK ve Diyanet İşleri Başkanlığı iş birliğiyle düzenlenen “umre ödüllü” yarışmalar ve ilahiyat fakülteleriyle yürütülen “Değerler Eğitimi” projeleri, yükseköğretimde laiklik karşıtı doğrudan saldırı niteliği taşıdı. Bilimsel özgürlüğün kalesi olması gereken üniversiteler, siyasi iktidar-YÖK-tarikat üçgeninde kuşatılarak, rasyonel düşünceden koparılmış ve adım adım dogmatik yaklaşımların uygulama sahası haline getirildi.

GÜVENCESİZLİK VE HAK GASPININ MERKEZİ: VAKIF ÜNİVERSİTELERİ

2025 yılı, vakıf üniversitelerinde çalışan eğitim ve bilim emekçileri için “modern kölelik” koşullarının derinleştiği bir yıl oldu. Vakıf üniversiteleri, eğitim kurumundan ziyade kâr odaklı ticari işletmeler gibi yönetilmeye devam etti.

Devlet üniversitelerindeki meslektaşlarıyla aynı akademik yükümlülükleri taşıyan akademisyenlerin “eşit işe eşit ücret” ve özlük hakları talepleri, sözleşme yenilememe tehdidi ve mobbing ile bastırılmaya çalışıldı. Özlük, demokratik, ekonomik ve sendikal örgütlenme haklarını talep eden kimi vakıf üniversitesi akademisyeninin işlerine haksız ve hukuksuz şekilde son verildi.

Vakıf üniversitelerinde güvencesiz istihdam rejimi, akademik özgürlüğü imkânsız hale getirirken; vakıf üniversitelerindeki bilim emekçileri, mali ve demokratik haklar açısından ağır bir ayrımcılığa ve psikolojik tacize (mobbing) tabi tutuldu.

ÜNİVERSİTELERDE İDARİ PERSONELİN HAK GASPI VE ÇALIŞMA BARIŞININ BOZULMASI

2025 yılında yükseköğretim sisteminde yaşanan kriz, sadece akademik kadroları ve öğrencileri değil, üniversitelerin işleyişini sağlayan ancak her zaman emeği görünmez bırakılan idari, teknik ve yardımcı personeli de derinden etkiledi.

Üniversitelerin sessiz çoğunluğu olan idari, teknik ve yardımcı hizmetler personeli, 2025 yılında da özlük hakları bakımından “üvey evlat” muamelesi görmeye devam etti. Yıllardır çözülmeyen tayin ve nakil hakkı sorunu, aile bütünlüklerini bozdu ve personeli liyakatsiz atamalar karşısında çaresiz bıraktı.

Akademik personele yönelik yapılan “Geliştirme Ödeneği ve Yükseköğretim Tazminatı” gibi iyileştirmelerin idari personele yansıtılmaması, üniversitelerdeki çalışma barışını zedeledi. Sendikamız bu ayrımcılığa karşı “Yükseköğretim kolektif bir emeğin ürünüdür, ayrımcılık son bulmalıdır” talebini yükseltti.

2026 YILINDA EĞİTİM HAKKI MÜCADELESİNİ BİRLİKTE BÜYÜTELİM!

Türkiye, eğitim sisteminin niteliği açısından OECD ülkeleri içinde en alt sıralardaki yerini koruyor. Eğitim alanı, 2026 yılında girerken ülkemizde derinleşen sınıfsal uçurumun ve sosyal eşitsizliğin en çıplak biçimde hissedildiği ana mecra olmayı sürdürüyor.

Eğitimde yıllardır biriken ve çözüm bekleyen yapısal sorunlar, Millî Eğitim Bakanlığı’nın önceliğinin sorunları çözmek değil, eğitim sistemini siyasal-ideolojik hedefler doğrultusunda yeniden biçimlendirmek olduğunu açıkça gösterdi. Eğitim kurumları hız kesmeden sürdürülen dinselleştirme ve ticarileştirme politikaları sonucunda, bilimsel bilgi üretim merkezi olmaktan çıkarılarak piyasacı ve ideolojik birer aygıta dönüştürüldü.

Bilimin rehberliğinden uzaklaşan, okul öncesinden yükseköğretime kadar her kademede inanç sömürüsünü referans alan ve piyasa ilişkilerine teslim edilen bir eğitim sisteminin genç kuşaklara sunabileceği hiçbir gelecek yoktur.

Eğitim Sen olarak, başta eğitim ve bilim emekçileri olmak üzere, ülkesinin ve çocuklarının yarınlarından endişe duyan tüm kesimleri 2026 yılında eğitim hakkı mücadelesini her zamankinden daha kararlı bir şekilde büyütmeye çağırıyoruz!

SENDİKA BÜLTENİ

ÇALIŞMA HAYATINDAN SAYFASINI
YORUMUNUZU YAZIN ...
Farklı olanı seçin:
# # # # # #
SON EKLENEN HABERLER